KADİM TOLTEK FELSEFESİ -2-

Kadim Toltek felsefesini anlatan Don Miguel Ruiz, “Bilgi’nin Sesi” kitabında, bu felsefenin Adem ve Havva öyküsünü nasıl ele aldığını da anlatmış. Bölüm çok uzun olduğu için özetleyerek paylaşıyorum. Bir iki yerde alıntı yapacağım.

Efsaneye göre, bir zamanlar “cennet” adı verilen bir mekanda Adem ile Havva sonsuz bir huzur içinde yaşıyorlardı. Tanrı ile olan ilişkileri mükemmeldi. Birbirlerine saygı gösteriyor ve tüm yaratılış ile doğal bir uyum sağlıyorlardı. Cennet, sadece bir takım zevklerin olduğu bir yer değildi. Orası bir huzur, sevinç, özgürlük ve sonsuz sevgi mekanıydı. Bu ilk insanlar her şeyi, gerçeğin gözleriyle, olduğu gibi görürlerdi ve bunu yapabilmek için hiçbir çaba sarfetmeleri gerekmiyordu.

toltek-1

Cennet bahçesinde iki tane ağaç bulunuyordu. Bunlardan biri, her seye canlılık veren Yaşam Ağacıydı, diğeri ise Ölüm Ağacıydı, fakat onu Bilgi Ağacı olarak da adlandırmak mümkündü. Bilgi ağacı, meyvelerle süslenmiş son derece çekici bir ağaçtı. Fakat Tanrı, neler olacağını bildiği için, Adem ve Havva’yı o ağacın meyvelerinden yememeleri için uyarmıştı.

Bu ağaçta Tolteklerin “asalak” ismini verdikleri zehirli bir yılan yaşıyordu. Aslında bu yılan, bir zamanlar Tanrı’nın gözde meleklerinden biriydi. Fakat sonra Tanrı’nın gözünden düşmüş ve “Düşmüş Melek” ismini almıştı. Dolayısı ile, artık gerçeği anlatmıyor, insanlara yalan ve korku dolu mesajlar iletiyordu.

Adem ve Havva, Tanrı’nın uyarısına rağmen bilgi ağacının yanına gittiler ve onun cazibesine kapıldılar. Çünkü her ikisi de çok masumdu ve herkese güveniyorlardı. Oysa karşılarındaki düşmüş melek çok zekiydi ve onun da kendine ait bir hikayesi vardı. Düşmüş melek, atalarımızla konuştu, konuştu. O bir yalanlar prensiydi. Anlattıkları o kadar güzeldi ki Adem ve Havva ona inandılar ve bilgi ağacının meyvesini yediler. Elma olarak tanımlanan meyveyi ısırdıklarında, ağaçta saklı duran yalanlar onlara geçti. Böylece masumiyetlerini kaybettiler. Tam o esnada ne olmuştu ? Kitaptan alıntılıyorum:

Elmayı ısırdığımızda bilgiyle birlikte gelen yalanları da yedik. Bir bir yalanı yediğimizde ne olur ? Ona inanırız ve artık o yalan bizim içimizde yaşamaya başlar. Zihnimiz kavramlar, fikirler ve görüşler için çok verimli bir topraktır. Eğer birisi bize bir yalan söyler ve biz ona inanırsak, o yalan zihnimizde kök salar. Orada tıpkı bir ağaç gibi büyüyüp güçlenebilir. Küçük bir yalan çok bulaşıcı olabilir, onu başkalarıyla paylaştığımızda tohumlarını kişiden kişiye aktarabilir. Böylece yalanlar zihnimize girdi ve kafamızın içinde bütün bir bilgi ağacı üretti ki o bizim bildiğimiz her şeydir. Ama bildiğimiz şey nedir ? Çoğunlukla yalanlar …

toltek-2

Adem ve Havva bilgi ağacındaki meyveyi yedikten sonra huzurları bozulur. Artık çevrelerine gerçeğin gözleri ile bakamaz olurlar. Ruhsal gözleri kapanır ve artık çevrelerini yalan dolu bakışlarla görmeye başlarlar. Oysa cennette yalanlara yer yoktur. Bu yüzden, Tanrı artık onların cennette kalmasını istemez ve ikisini birden ordan sürer. Bu, dinsel anlatımda “ilk günah” olarak ifade edilir. Bazıları ilk günahi bir yasak bir cinsel ilişki veya bir meyveyi yemek olarak algılarlar. Oysa gerçekte ilk günah, yalanlar prensinin sözlerine inanmaktır.

Tüm bu olanların sonunda Adem ve Havva’nın yapıları değişir. Çoğunlukla gerçeği konuşamaz olurlar. Yaradılan diğer şeyler ile kendi aralarına bir ayrılık  girer. Artık diğer şeyler karşı iyi ve sevecen olamazlar. Araya çok kutupluluk girdiği için suç kavramı doğar ve cezalandırma ihtiyacı ortaya çıkar. Her ikisi de bir utanç ve suçluluk duygusu içindedir. Önce, yeterince iyi olamadıkları için kendilerini suçlarlar, sonra başka varlıkları suçlamayı öğrenirler, en sonunda ise Tanrı’yı suçlamaya başlarlar. Giderek Tanrı’yı bir yargıç, bir cezalandırıcı olarak görürler ve Tanrı’nın kendilerini inciteceğine inanırlar.

Adem ve Havva, öykülerinin ilerleyen bölümünde, sıkıntılarla dolu bir hayatın içine düşerler. Bir zamanlar, doğuştan sahip oldukları o tarifsiz “sevgiyi” umutsuzca aramaya başlarlar. Sonra gerçeği, adaleti, güzelliği ararlar. Fakat bunları yaparken zihinlerinde sürekli yeni yalanlar üretirler ve sevgiden giderek daha çok uzaklaşırlar.

***

Bu ezoterik öyküden ne gibi dersler çıkarmak gerekir ? Herkesin fikrine saygım var. Ben kendi anladıklarımı ifade etmeye çalışacağım.

Bilim artık günümüzde Adem ve Havva öyküsüne bir değer vermiyor. Bu çocukça öykünün yerine, insanın doğa içinde evrilişi ve nasıl bugünkü durumuna geldiği araştırılmakta. “Adem ve Havva” figürlerini, gerçekten ilk atalar olarak değil, insanın “soyutlama ve kavram geliştirebilme”  gücüne sahip olduğu zamanlardaki konumu olarak ele alabiliriz. Bu konumdan önce, insanın durumu neydi ? Ölümcül tehlikelerle dolu fakat doğal, varolan her şeyle uyum içinde olduğumuz bir dünyada yaşıyorduk. İnsanlar, o çok şaşirtici evrim süreci içinde, ellerini kullanmayı öğrendiler. Akılları gelişti ve başka canlılarda olmayan büyük bir güce kavuştuk: Soyutlama gücü.

Bence bu öykü, bilgi sahibi olmayı kötülemiyor. Fakat, çok yerinde bir uyarıda bulunuyor. Kavramlar ve soyutlamalar, bizlere üst düzeyde düşünme kabiliyeti kazandıracağı gibi, doğaları gereği büyük bir tehlikeyi de içlerinde barındırırlar. Eğer kavramlarımız, gerçekliğin doğası ile ters düşüyorsa, bizler gerçeğin sesi ile değil, zihnimizdeki gerçek dışı kavramlarla veya inançlarla düşünmeye başlarız. Böylece her şeyi, olduğu gibi değil, bize göre olması gerektiği gibi yorumlarız. Zihnimizde binlerce inanç filizlenir ve bunların çoğu aslında yalandır. İnanç derken, illa bir dine inanmayı kastetmiyorum. Kastettiğim şey, bizlerin diğer şeyleri ve canlıları dinleme, onları anlamaya çalışma çabası bile göstermeden, onlar hakkında verdiğimiz hükümlerdir. Bir kere “hüküm vermeye” başlarsak bunun sonu gelmez ve kendimiz de acımasız bir yargıç kesiliriz. İnançlarımızı (peşinen verilen hükümleri), yargılarımızı bilgi zanneder ve aslında yalan üzerine yalan inşa edip kendi benlik sarayımız içinde yaşamaya başlarız. Alıntılıyorum:

Şimdi her birimizin kendi bilgi ağacı vardır ki, o bizim kişisel inanç sistemimizdir. Bilgi ağacı inandığımız her şeyi yapısıdır. Her kavram, her görüş o ağacın bir dalını oluşturur ve sonunda bütün bilgi ağacı ortaya çıkar. Toltek bakış açısından, ısırdığımız meyvede bir asalak yaşıyordu, biz o meyveyi yedik ve asalak içimize girdi. Simdi bu asalak, bizim hayatımızı yaşamaktadır. Hikayeci, yani asalak kafamızın içinde doğar ve orada yaşamaya devam eder, çünkü biz onu inancımızla besleriz.

toltek-3

Yukardaki satırlarda, boş inanç (peşin hüküm, yargılama, sanal model oluşturma) ile beslenen bir dizi yalandan söz edilmekte. Aslında, bir bakıma, hepimiz bu yalanlardan az çok memnunuzdur. Çünkü o yalanların tümü bizim yuvamızdır, bize güvenlik sağlar ve bizim kendimizi ayrıcalıklı hissetmemize neden olur. İnsanların çoğunun, gerçeklik ile aralarında aşılmaz duvarlar bulunur. Bunun sebebi, o insanların aptal olmaları değildir. Aksine, aralarında son derece zeki, akıllı insanlar olabilir. Asıl sebep, o insanların gerçekliğin sesini duymayı artık istememeleridir. Çünkü bu durumda bütün dünyaları yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır. Alıntılıyorum:

Ruhsal gözlerimiz açıkken, dünyayı gerçeğin gözleriyle algılarken cennet varolur. Bir kez yalanlar bize sahip olduklarında ruhsal gözlerimiz kapanır. Cennet rüyasından düşer ve cehennem rüyasını yaşamaya başlarız. Cennet bize aittir. Çünkü biz cennetin çocuklarıyız. Biz doğduğumuzda, kafamızda yalanların sesi yoktur. Biz önce dili, sonra farklı bakış açılarını, sonra da tüm o yargıları ve yalanları öğrendikten sonra, onlara göre düşünmeye başlarız.

Yazar Don Miguel Ruiz’e katılıyorum. Uygarlığımızı sürdürmemiz için gerekli olan bilgiler, aktarımlar, toplumsal inançlar, dilimiz, adetlerimiz vs kendi içlerinde bizleri gerçeklikten uzaklaştıran binlerce yalanı barındırır. Bu yalanlar, tipki “Yalanlar Prensi” olarak adlandirilan Seytan’ın, -Tolteklerin dili ile Asalağın- yaptığı gibi gerçeklerle karışırlar. Böylece biz neyin doğru, neyin yalan olduğunu kolay kolay bilemeyiz. Zaman içinde, insanlar birbirlerine düşman kesilir ve düşmanlıkları izole etmek çok zordur. 

Saygılar.

Evrenin dokusu -4- Kuantum gerçekliği

Kaos ve düzen insanoğlunun bin yıllardır kullandığı kavramlar. Bu kavramlar bazen felsefi planda ele alınırken, çokça dinsel planda iyilik-kötülük, düzen-karmaşa bağlamlarında ifade edilmişler. Düzen tarafında, evreni ve içindeki her şeyi yöneten tanrısal bir irade, kesin bir bilgi söz konusu iken, kaos tarafı için insanlar göklerden kovulan seytan imgesini kullanmışlar. Karanlıkların efendisi, yalanların prensi. Düzene meydan okuyan yaramaz türbülans etkisi.

Ve öyle görünüyor ki insanlar kaostan, karmaşadan, belirsizlikten hep korkmuşlar.

kuantum-1

20. yüzyılın başlarına kadar, tabiri caiz ise, fizik biliminde “işler tıkırındaydı.” Evet, artık Newton’un adeta ilahi bir dekora benzeyen uzayından ve mutlak zamandan bahsedebilmek mümkün değildi. Einstein gerçekliğin göreli olduğunu ortaya koymuştu ama yine de evrenimizde önceden kestirilebilir bir düzen, matematiğe hapsedilebilen bir akış mevcuttu. Sadece onun farklı uzay-zaman düzlemlerinde bilinç tarafından algılanması değişiyordu.

Klasik fiziğin temel özelliği belliydi. Alıntılıyorum:

Klasik fiziğin temel özelliklerinden biri şudur: Eğer tüm nesnelerin belli bir andaki konumlarını ve doğrusal hızlarını biliyorsanız Newton ve Maxwell denklemlerini kullanarak bu nesnelerin geçmişte ya da gelecekte herhangi bir andaki konumlarını ve doğrusal hızlarını bulabilirsiniz. Başka bir deyişle klasik fizik, geçmişin ve geleceğin “şimdinin” içine kazınmış olduğunu söyler. Bu özellik özel ve genel görelilik kuramlarında da vardır. Her ne kadar görelilik kuramındaki geçmiş ve gelecek kavramları klasik karşılıklarından daha zor anlaşılır ise de göreliliğin denklemleri, şimdiyi tam olarak değerlendirir, geçmiş ve gelecek kavramlarını da bir o kadar eksiksiz belirler.

Yukardaki satırlar, Newtoncu veya görelilik kuramlarına göre evrenin önemli bir özelliğini ortaya koymakta: Kesinlik, hesap edilebilirlik. Eğer şeylerin, yaşadığımız an içindeki yerlerini ve hızlarını biliyor isek, geleceğe yönelik kestirimde bulunabiliriz. Süreç tersine (geçmişe doğru da) işletilebilir.

Sanki ilahi bir atari oyunu ile karşı karşıyayız gibi görünmekte. Bilgisayar programcılığı ile uğraşanlar bilirler. Eğer, mesela x=100 ve y=100 piksellik iki boyutlu bir düzlemde (bir monitorun ekranı gibi) bir A parçacığının hareketine dair kuralları belirleyen kesin bir algoritmanız varsa, parçacığın N zaman sonra (mesela 10 adım sonra) tam olarak nerde olacağını bilebilirsiniz.

Peki ama ya algoritmanız bir belirsizlik veya bir “olasılık” içeriyorsa ?
Hatta, daha da çılgıncası, bu “olasılık” potansiyel bir seçim tercihi olarak durup, tam da siz ona baktığınızda gerçekliğe dönüşüyorsa ?

Gezegenler, güneş sistemleri, galaksiler ve tüm hareketleri söz konusu olduğunda, her ne kadar karmaşık olsa da, yine de hareketi önceden kestirilebilen bir evren karşısındaydık. Ama evren sadece bu devasa cisimlerden ibaret değildi. Bir de ayrıca, keşfedilmesi gereken mikro dünyalar bulunuyordu. Atom ve atom altı dünyası.  Alıntılıyorum:

1930’lara gelindiğinde fizikçiler kuantum mekaniği adı verilen tümüyle yeni bir kavramsal şema önermek zorunda kaldılar. Beklenmedik bir biçimde, yalnızca kuantum mekaniğinin, atom ve atom altı dünyasının sunduğu çeşitli yeni verileri açıklamayı başarabildiğini gördüler. Ama kuantum yasalarına göre, nesnelerin şimdi nasıl olduklarıyla ilgili olarak mümkün olan en mükemmel ölçümleri bile yapsanız, bekleyebileceğinizin en iyisi, nesnelerin gelecekte belli bir zamanda şöyle ya da böyle olma olasılığı ya da geçmişte belli bir zamanda şöyle ya da böyle olmuş olma olasılığıdır. Kuantum mekaniğine göre, evren şimdinin içine kazınmamıştır; bu mekaniğe göre evren şans oyunları oynar.

Ne oluyoruz ? Newton ve Einstein’in mutlu dünyaları çöküyor mu ? Evrenimizde, merdiven altında gizlice kumar oynatan yasa dışı bir patron mu var ? Eğer kuantum mekaniği, belirsizlikle dolu bir evrenin yolunu açıyorsa, o zaman nasıl oluyor da algıladığımız evrende hala bir düzen varmış gibi görünüyor ? Bu nedir ? Düzen içindeki düzensizlik mi, yoksa düzensizlik ve kaos bizlere sınırlı bir hayat içinde düzen gibi mi görünmekte ?

Kuantum mekaniğini sadece basit bir tercih oyunu gibi görmemek gerekir. Bunu daha somuta indirmek isterim. Diyelim ki bir A parçacığımız var ve bu parçacık 8×8’lik bir satranç tahtasında hareket etmek zorunda. Fakat parçacığın bir sonraki hareketinde nereye gideceğini önceden bilemeyiz. A parçacığı mesela 20 adım sonra tahtanın herhangi bir yerinde olabilir. Böylece, parçacığın tam olarak nereye gideceğini bilemesek dahi, belli bir karede varolma olasılığını yine de hesaplayabiliriz.

Ama kuantum mekaniği bundan fazlasıdır. Çünkü kuantum mekaniği, bu A parçacığının herhangi bir kareye gitme olasılığını barındırdığını, ama ancak biz ona müdahale ettiğimizde bu tercihi yaptığını söyler. Yani, gerçeklik bizim algımıza göre kendini var eden bir şeydir. Alıntılamaya devam ediyorum.

İnsan sezgisi ve onun klasik fizikte somutlaşan hali, şeylerin her zaman kesinlikle ya şöyle ya da böyle olduğu bir gerçeklik tahayyül ederken, kuantum mekaniği şeylerin bazen kısmen şöyle ve kısmen de böyle olmak arasında gidip geldiği bulanık bir gerçeklik betimler. Şeyler ancak uygun bir gözlem onları kuantum olasılıklarından vazgeçmeye zorladığında kesinleşir ve belirli bir değer alır. Ama gerçekleşen bu değer öngörülemez, ancak şeylerin şu veya bu değeri alma olasılığı öngörülebilir.

Bu, düpedüz gariptir. Algılanıncaya kadar belirsiz olan bir gerçekliğe alışık değiliz.

kuantum-3

Bir mit daha çöküyordu. Artık gerçeklik, bizim sadece dışardan seyrettiğimiz bir gösteri değil, tam da seyre başladığımız anda kendini var eden bir olasılıktı. Einstein, özel ve genel görelilik kuramlarını geliştirirken, olay-ufkundaki gözlemcilerden söz etmişti sıklıkla. Ama Eistein’in hayali gözlemcileri, olaya müdahale edemiyor, sadece ellerindeki referans verilere göre gözlem ve ölçüm yapabiliyorlardı. Oysa kuantum mekaniği, gözlemcilerin olayı değiştirdikleri veya olayı gerçekleşmeye zorladıkları daha dinamik ve karşılıklı etkileşime dayalı bir evreni gözlerimizin önüne sermişti.

Aslında ben bu çıkarımı o kadar da garip bulmuyorum. Çünkü Newton’un o statik ve ilahi bakışı, veya Einstein’in göreli bakışı, bir olguyu fena halde ıskalamıştı. O da, birer gözlemci olarak bizlerin, biz insanların da bu evrenin bir parçası olduğumuz ve onu -kısmen de olsa- değiştirdiğimiz gerçeğiydi.

Einstein çapında bir deha, böyle bir şeyi nasıl atladı ? Dahası, kuantum mekaniğinin çıkarımları önüne konmaya başladığında nasıl ısrarla bunları yadsımak yoluna gitti ? Diğer bilimcilerle yaptığı tartışmalardan, Einstein’in, fiziğin ta bağrına giren bu “belirsizlik” ve “olasılık” fikirlerinden hiç hoşlanmadığını ve şu meşhur sözü söylediğini biliyoruz:
Tanrı, evrende zar atmaz.
Oysa, yıllar sonra Newton’un astronomi kürsüsüne geçen ve çeşitli onur dereceleri alan bir başka teorik fizikçi, Dr Stephen Hawking, bu söze şöyle bir karşılık verecekti:
Tanrı evrende zar atar. Hem de zarlarını bazen bizim göremiyeceğimiz kadar uzaklara fırlatır.

Ama öykümüz burda bitmiyor. Kuantum mekaniği, uzayın büyük bir gizemini daha ortaya çıkarmaya başladı. Fikir o kadar garipti ki, Einstein dahi dayanamamış ve 1935 yılında bir makale yayınlayarak kuantum mekaniğinin bu çıkarımına karşı saldırıya geçmişti.

Evrendeki bazı şeyler, birbirleri ile “tuhaf” bir ilişki halindeydiler ve aralarındaki mesafe ne olursa olsun, birinin hareketindeki değişim diğerini de etkiliyordu. Bu artık düpedüz saçmaydı. Referans ışık hızına ne olmuştu ? Bir şey nasıl olur da mekandan bağımsız olarak bir başka şeyi doğrudan etkileyebilirdi ? Kuantum mekaniğinin bu çıkarımı başlangıçta sadece bir kuram olarak kaldı, ta ki teknolojinin iyice geliştiği ve artık deney yapabilmenin mümkün olduğu 80’li yıllara kadar.

Böylece ortaya “uzun erimli kuantum bağlantıları” denilen bir ilişki çeşidi çıkıyordu. Bazı partiküller sanki tek bir partikülmüş gibi hareket ediyorlardı. Bu da ister istemez uzay-zamanın dokusu hakkında yeniden düşünülmesini gerektiren bir buluştu.

kuantum-2

Normalde iki şey arasında uzun bir mesafe varsa, bilimsel tabirle “uzamsal ayrıklık” varsa, birinin hareketi diğerini ya hiç etkilemez veya bu etki minimum derecededir. Tıpkı, uzak yıldızların bizim üzerimizdeki grativite etkisi gibi.  Alıntılıyorum:

Eğer herhangi bir cisim ile aranızda uzak mesafe varsa, yani eğer uzamsal olarak yalıtılmış kalırsanız, aradaki uzay fiziksel bir bağlantıya izin vermiyeceği için, orada bir etkiniz olamaz. Kuantum mekaniği bu bakış açısına, en azından bazı koşullar altında, uzayı aşma kapasitesi olduğunu göstererek meydan okuyor. Uzun erimli kuantum bağlantıları uzamsal ayrıklık sorununu aşabilir. İki cisim uzayda birbirlerinden uzak olabilirler ama kuantum mekaniği gözönüne alındığında sanki bir tek gibidirler. Dahası, Einstein’in bulduğu uzay ve zaman arasındaki sıkı bağlantı nedeniyle kuantum bağlantılarının zamansal uzantıları da vardır.

Artık tamamen farklı bir evrenle karşı karşıyayız. Peki tüm bunların anlamı nedir ? Bazı ikiz parçacıklar, uzaydaki o muazzam mesafelere nasıl karşı koyabiliyorlar ve birbirlerini aynı anda etkileyebiliyorlar ?  Çeşitli ihtimaller var. Birincisi, ışık hızı, her ne kadar bir referans olsa da aşılamaz bir hız değil. Veya ikincisi, uzay-zamanın bükülmesi ile, bir noktadan diğer noktaya bir tür geçiş tüneli kullanarak sıçrayabilmek mümkün.

Tüm bunlara rağmen, evrenimizin bir özelliğine, ne klasik fizik, ne göreli fizik, ne de kuantum mekaniği bir açıklama getiremiyordu:

Zaman daima geçmişten geleceğe doğru akmaktaydı.

Ama niye ? Gerçekten de bir tür evrensel senaryo mu devredeydi, yoksa zamanın geriye doğru işletilmesi -kuramsal da olsa- mümkün olabilir miydi ?

Hatta, bir adım sonrasında, zaman yolculukları mümkün müydü ?

Evrenin dokusu -3- Çılgınlığa adım adım

Sir Isaac Newton’un, 1687 yılında “Philosophia Naturalis Principia Mathematica” eserini yayınlamasının ardından, yüzlerce yıl kimse bu fiziğe yeni bir bakış açısı getiremedi. Her şey yerli yerine oturmuş gibi görünüyordu. Newton fiziği kütle-çekim kuvvetlerini mükemmel bir şekilde açıklamaktaydı ve gözlemlerimizle “sezgilerimize, sağduyumuza” da uygundu.

Prinicipia-title2

Fiziğin bir başka alanı olan elektriksel ve manyetik kuvvetler 1800’lü yıllarda İskoçyalı bilim insanı James Clark Maxwell tarafından ele alındı ve Maxwell’in geliştirdiği denklemler elektro-manyetik olguları en az Newton denklemleri kadar başarı ile açıklıyordu. Söz, Maxwell’den açılmışken, ona ilham kaynağı olan büyük bilimci Michael Faraday’ı anmamak haksızlık olur. Elektro-manyetik tetiklemeyi, elektroliz ile ayrıştırma yöntemini, elektrik akımı ve manyetizma arasındaki ilişkileri deneysel olarak araştıran Faraday, elektrik motorlarına, jeneratörlere, trafolara giden yolu açmıştı. Tek başına, bilimde ve endüstride çığır açan bu adam doğru dürüst bir üniversite tahsili bile almamıştı ! Çocukluğunda bir matbaada çalışırken eline ne geçerse okumuş, bilgisini genişletmiş ve gençlik yıllarında kimyacı Humprey Davy’nin asistanı olmuştu. Onunla birlikte yapmış olduğu seyahatlerde devrin büyük bilimcileri ile tanışmış ve kendini elektrik, kimya çalışmalarına adamıştı. Ne yazık ki Faraday, bulgularını sağlam teorik temeller üzerine oturtacak kadar matematik bilgisine sahip değildi. İşte, Maxwell’in yaptığı tam olarak buydu. Faraday tarafından deneysel ve nazari şekilde gösterilen elekto-manyetizma kanunlarını teorik-denklemsel temele oturtuyordu Maxwell.

Böylece fiziğin iki büyük alanı elektrik ve manyetizma ustalıkla birleştirilmişti. Peki geriye ne kalıyordu fizik adına ? Eh, bir kaç ufak tefek “pürüz” vardı halledilmesi gereken. Bunların bir tanesi ışığın hareketlerinin özelliği, diğeri ise cisimlerin ısıtılınca yaydığı ışınımın özellikleriydi ve çoğunlukla bunların da bir şekilde formüle edileceklerine dair bir inanç bulunmaktaydı.

1900’lü yıllara gelindiğinde bu can sıkıcı “pürüzler” daha bir ciddiyetle ele alındı ve bunların hiç de öyle önemsiz sorunlar olmadığı anlaşılmaya başlandı. Öyle ki elektrik, manyetizma ve ışık arasındaki ilişkiler ele alındığında, nerdeyse tüm doğa yasalarının yeniden yazılması gerekmekteydi !  Aslında Michael Faraday, ışığın dalga boyları üzerinde çalışırken, bilimcilere gereken ipuçlarını bırakmıştı ama herkesin onunla aynı kışkırtıcı zekaya sahip olması beklenemezdi elbette.

Böyle bir zeka 20. yüzyıl fiziğine damgasını vurmaya başladı. Albert Einstein bu konularda kafa patlatırken, ışığı bir referans hız olarak kullanıyordu. Giderek tuhaf bir şeyi farketmeye başladı. Uzayda, hareketten bağımsız mutlak bir zamandan bahsetmek imkansızdı. Ayrıca uzayda ışık cisimlerin çekim kuvveti ile bükülüyor, herhangi bir hadise farklı “gözlem ufuklarında” bulunan gözlemciler tarafından ayrı zamanlarda algılanabiliyordu. Hatta bunlar aynı referans ışık hızını kullansalar dahi, zamanları arasında sapmalar ortaya çıkabiliyordu. Bunun anlamı açıktı. Mutlak zaman diye bir şey yoktu ve zamanın yaşanması, algılanması sistemin hareket hızına göre değişebiliyordu. Einstein ayrıca, şeylerin içinde hareket ettiklerine inanılan “esir” kavramını da çöpe attı. Ama bununla yetinmedi, kütle-çekim kanunları üzerinde çalışırken nesneler arasında aslında bir gravitasyon olmadığını, yani hiçbir şeyin başka bir şeyi çekmediğini, bunun uzay-zamanın bükülmesi olarak anlaşılması gerektiğini ortaya çıkardı. Yaklaşık 10-15 yıl süren ve “özel görelilik kuramı” ile “genel görelilik kuramının” yayınlanmasıyla sonuçlanan bu çalışmaların ardından, Newton fiziğinin -kısmen- sonu gelmişti.

Uzay-zaman kavramını görsel olarak göstermenin en kolay yollarından biri, bildiğimiz yatak çarşaflarını kullanmaktır. Bir çarşafı iyice gerip, üstüne farklı ağırlıklar koyun. Çarşafın o bölümü kütleden dolayı bükülür. Bu bükümlü yüzeye bir misket bıraktığınızda, misketin çukur bölgeye yaklaştıkça hızla dönmeye başladığını (çekim-büküm alanına kapıldığını) ve bir süre döndükten sonra çukura yuvarlandığını görürsünüz. İlk bakışta “boşluk” gibi görünen uzayın bu şekilde bükülmesi kulaga tuhaf gelmektedir, ama göreli fiziğin bizlere anlattığı sey de budur. Gerçi, bu basit bir benzetmedir, çünkü bizim çarşaf yüzeyimiz neticede 2 boyutlu bir uzaydır.

uzay-zaman-jpg

Kütle-çekimi üzerinde çalışmalar yoğunlaştıkça kütle ve enerji arasındaki ilişki ortaya çıkmaya başladı. Çeşitli tepkimeler sonucu kütlenin bir kısmı kaybediliyor, bir başka ifade ile enerjiye dönüşüyordu. Böylece Einstein kütle ve enerji arasındaki ilişkiyi kapsayan meşhur denklemini açıkladı ve 1905 yılında bir makalesinde yayımladı:   e=mc2

Tüm bunların evrendeki “gerçekliği” algılama konusunda devrimci etkileri olmuştu. Artık durağan, herkese göre aynı olan bir “gerçeklikten” söz edebilmek hiç de mümkün değildi. Böylece bizler, içinde bulunduğumuz sistemin hızına, kütlesine bağlı “göreceli bir gerçeklik” içinde yaşıyorduk ve bizim sistemimizdeki “şimdi” ile başka sistemlerdeki “şimdiler” asla birbirinin aynı zamanlarda algılanamayacaktı.

Gerçekten de, şehir ışıkları ile boğulmayan (mesela Kalahari çölü gibi) bir mekanda uzaya baktığımızda galaksimizin sarmallarından birini ve onun içindeki yıldızları tüm haşmeti ile görebiliriz. Aslında, bu şekilde baktığımızda  evrenin tarihine bakıyoruz demektir. Yıldızların bir kısmı çoktan yerlerini değiştirmişler, hatta çok uzak sistemlerdeki bazıları yok olmuş bile olabilir. Ama ışıkları bizlere yeni geldiği için, biz onları kendi “gözlem-ufkumuzda” daha yeni farkederiz ve aslında zihnimizde sanal bir gerçeklik, sanal bir “şimdi”  algısı oluştururuz.

uzay-col

Klasik fiziğin sabit, mutlak uzay ve zaman anlayışları yerine göreli bir fizik gelmişti ama yine de Newton fiziği bizim yakın uzayımızda tüm ağırlığı ile geçerliydi. Çünkü iki fizik algılayışı arasındaki fark ancak, kütle çekimi ve çok büyük hızlar gibi uç koşullarda ortaya çıkabiliyordu. Yani, öğrencilerin sevinç içinde klasik fizik kitaplarını yırtmaları için bir sebep yoktu ! (Maalesef …)

Newton fiziği, bizim minicik dünyamızda ve algı alanlarımızda hala geçerlidir. Birisi size bu fiziğin geçersiz olduğunu söylerse, ona, arabası ile saatte 120 km hızla bir köprüden aşağı uçmasını tavsiye edebilirsiniz. Böylece Newton fiziğinin geçerli olup olmadığını bizzat yaşayarak öğrenecektir !  Sanırım bunun çok pahalı bir ders olacağını söylememe gerek yok.

Kısaca, Newton fiziği hala yararlıdır bizler için. Ama “gerçeklik” söz konusu olduğunda, atomların dünyasından devasa galaksilere kadar kucaklayıcı bir bakış açısı geliştirmemiz gerekir.

Einstein göreli gerçekliği ortaya çıkarmıştı ama asıl canavar hala kapatıldığı mahzende, serbest bırakılacağı günü bekliyordu. Fiziğe belirsizliği sokan bu olasılık canavarı ile tanışmak için, gerçekliğin yeni bir yorumuna ihtiyaç olacaktı: Kuantum gerçekliği.

KADİM TOLTEK FELSEFESİ -1-

Cok guzel bir kitap okudum. O kadar hosuma gitti ki, siyasi cekismeleri falan bir kenara birakip kitabi ikinci defa okudum, notlar aldim ve sizlerle paylasmak istedim.

Kitabin ismi: Bilgi’nin sesi. Don Miguel Ruiz

Toltek yerlilerinin soyundan gelen Miguel Ruiz, bu bariscil ve evrenle uyum icinde olmayi amaclayan yasam felsefesini kitabinda akici, duru bir dille anlatmis.

Toltek, “ruhun sanatcisi” anlamina gelen bir kelime.

Bu felsefe bize oz olarak sunu anlatmakta. Bizim iki yonumuz vardir. Bunlardan birincisi, ta bebekligimizde ve cocuklugumuzda sahip oldugumuz o “sahicilik, kendi olma” yonumuzdur. Digeri ise, zaman icinde cevreden aldigimiz binlerce bilgi, inanc, siyasi mesaj vs sonucu kirlenen sahte benligimizdir. Toltek felsefesi bunu “yalanlarin prensi” olarak bilinen Seytan’dan gelen aldatici mesajlar olarak tanimlar. “Seytan” imgesi, Toltek felsefesinde korkutucu degildir. Seytan sadece ruha, evren kadar sonsuz olan benligimize yalanlar ve korkular ufleyip durur. Seytan, bizi kendimize, dogaya, evrene ve Tanri’ya yabancilastirir. Butun samimi iliskilerimizi, sonu gelmeyen sorular, supheler ve dusmanliklarla yok etmeye calisir ve maalesef insanlarin cogu onun sozlerini dinler.

toltec-indian

Tanri ise, goklerden kullarina emirler yagdiran, cezalar kesen bir yonetici degil, yasamin ruhu, yalanlarla kirlenmemis olan gercek idrak ve huzur dunyasidir. Bu dunyada ayrilik yoktur. Yapraklarin uzerinde sicrayan bir cekirgeden, milyonlarca yillik devinimi olan dev galaksilere kadar her sey Tanri’nin sonsuz ilminin, sonsuz sevgisinin yansimasidir. Ama onu idrak edebilmek icin, icimizdeki o dirdirci seytani susturmak, inanc diye bize asilanan hurafelerden kurtulmak ve tum ictenligimizle Tanri’ya, tum hikayelerin yaraticisina yonelmek zorundayizdir.

Tolteklere gore, evrende var olan her sey kendi hikayesi icinde yasar. Hatta, bir iluzyon olarak bu hikayeyi kendi beyninde yaratir ve sonra o hikayeye inanarak yasar gider. Boylece herkes kendi dar, sinirli ve kavgaci gercekligi icinde hapsolur. Tanri ise “gercek” olani yaratir. O’nun hikayesi, tum alt hikayeleri kapsar ama onlarin otesinde, insanlarin cogunun farkedemedigi gercek hikayeyi Tanri her an yeniden ve yeniden yaratir. Yaratilis, “uzun zaman oncesine ait” bir masal, donup kalmis bir ani degildir. Aksine yaratilis dinamiktir, “yaratilis her an devam etmektedir.”

Toltek yerlileri, insanin bir ruya icinde yasadigina inanirlar. Insan, bu ruya icinde yasarken surekli olarak hikayeler uydurur. Kendi algisi acisindan bu hikayeler dogrudur ve son derece gucludurler; o yuzden insanlarin cogu bu derin uykudan uyanamazlar ve hikayeleri icinde kaybolurlar. Bu anlamda her insan, kendi hikayesini kurgulayan bir sanatcidir. Fakat, insanlar bir hikayeyi kurgularken, yalanlar prensinden gelen binlerce kuruntuyu, gercek disi senaryoyu hikayeye katarlar ve birbirlerine dusman olurlar. Bu kuruntu dolu hikayelerden kurtulup, Tanri’nin bizlere anlattigi hikayeye, gercege varabilmek icin, zihnimizi susturmak gerekir. Sessiz, sakin, kuruntulardan arinan bir zihin hikayeler uydurmaktan vazgecer ve o zaman Tanri’nin dile gelmeyen sanatinin, guzelliginin farkina varir.

Hex29_2x3_150

Yasam, kotulenecek bir sey degildir. Her insan, gundelik kaygilarin ve hikayelerin otesinde, aslinda “sonsuz olanin” bir parcasidir. Tanri’nin, isik araciligi ile bize ilettigi gerceklikler sonsuzdur. Yasam, sonsuzdur. Insanin zihni ve bedeni de bu sonsuzluga aittir. Aslinda Tanri bizlere gercekligi her an, her saniye yollamaktadir. Fakat biz, bir seyi isik araciligi ile algiladigimizda derhal onu yargilariz, yeni bir sekle sokariz ve zihnimizde depolamaya baslariz. Boylece dinamik olan, her saniye kendini yenileyen yasam, bizim zihnimizde olu bir seye donusur. Bizler sonra zihnimizdeki bu olu imgeleri alip birbirleri ile karistirarak sanal bir gerceklik olustururuz. Toltek yerlileri bu isleme bitmek bilmeyen ruya derler.

Bilge olmak icin cok okumaya, cok derin dusunmeye ve cile cekmeye gerek yoktur. Hatta, Toltek felsefesine gore, “bilge olmak” diye bir sey bile yoktur. Sadece, sessiz bir zihinle bakmak, yargilamamak ve teslim olmak gerekir.

Bunu soyle anlatabiliriz. Zihni henuz yalanlarla kaliplasmamis olan bir bebek, yasam karsisinda tamamen icten gelen, sevinc ve sevgi dolu bir heyecan duyar. Her sey onun icin yenidir. Bir cingirak, yanindaki kedi yavrusu, parmagina konan bir bocek, her sey ictenlikle, derin bir heyecanla karsilanir ve yasam tum dogalligi ile kucaklanir. Bu bebek bilge degildir; ama yalanlarla kirlenmemis olan zihni, gerceklige bizden daha yakindir.

Sonra bu bebek konusmayi, soyutlamayi, fikir uretmeyi ve yargilamayi ogrenir. Iste o zaman, yasamin icinden gelen o derin heyecan kaybolur, bunlarin yerine imgeler, kaliplar ve yargilar gelir. Hayat bize bazen anlamsiz, kotu, cirkin gorunmeye baslar. Aslinda yasamin devinimi ve tazeligi devam etmektedir ama bizim zihnimiz donmustur, kaliplasmistir ve kismen olmustur. Biz, zihnimizin bu curumesini her seye yansitir ve yasami, Tanri’yi, diger insanlari, evreni kotulemeye baslariz.

Gelecek bolumde sizlere, bir insanin evren karsisindaki durusunu anlatacagim ve kitaptan alintilar yapacagim. Elbette kuru bir kopyaciliga dusmemek icin, kendi yorumlarimi da katacagim.

Hurmetle kalin
Levent Erturk