Kadim Toltek felsefesini anlatan Don Miguel Ruiz, “Bilgi’nin Sesi” kitabında, bu felsefenin Adem ve Havva öyküsünü nasıl ele aldığını da anlatmış. Bölüm çok uzun olduğu için özetleyerek paylaşıyorum. Bir iki yerde alıntı yapacağım.
Efsaneye göre, bir zamanlar “cennet” adı verilen bir mekanda Adem ile Havva sonsuz bir huzur içinde yaşıyorlardı. Tanrı ile olan ilişkileri mükemmeldi. Birbirlerine saygı gösteriyor ve tüm yaratılış ile doğal bir uyum sağlıyorlardı. Cennet, sadece bir takım zevklerin olduğu bir yer değildi. Orası bir huzur, sevinç, özgürlük ve sonsuz sevgi mekanıydı. Bu ilk insanlar her şeyi, gerçeğin gözleriyle, olduğu gibi görürlerdi ve bunu yapabilmek için hiçbir çaba sarfetmeleri gerekmiyordu.
Cennet bahçesinde iki tane ağaç bulunuyordu. Bunlardan biri, her seye canlılık veren Yaşam Ağacıydı, diğeri ise Ölüm Ağacıydı, fakat onu Bilgi Ağacı olarak da adlandırmak mümkündü. Bilgi ağacı, meyvelerle süslenmiş son derece çekici bir ağaçtı. Fakat Tanrı, neler olacağını bildiği için, Adem ve Havva’yı o ağacın meyvelerinden yememeleri için uyarmıştı.
Bu ağaçta Tolteklerin “asalak” ismini verdikleri zehirli bir yılan yaşıyordu. Aslında bu yılan, bir zamanlar Tanrı’nın gözde meleklerinden biriydi. Fakat sonra Tanrı’nın gözünden düşmüş ve “Düşmüş Melek” ismini almıştı. Dolayısı ile, artık gerçeği anlatmıyor, insanlara yalan ve korku dolu mesajlar iletiyordu.
Adem ve Havva, Tanrı’nın uyarısına rağmen bilgi ağacının yanına gittiler ve onun cazibesine kapıldılar. Çünkü her ikisi de çok masumdu ve herkese güveniyorlardı. Oysa karşılarındaki düşmüş melek çok zekiydi ve onun da kendine ait bir hikayesi vardı. Düşmüş melek, atalarımızla konuştu, konuştu. O bir yalanlar prensiydi. Anlattıkları o kadar güzeldi ki Adem ve Havva ona inandılar ve bilgi ağacının meyvesini yediler. Elma olarak tanımlanan meyveyi ısırdıklarında, ağaçta saklı duran yalanlar onlara geçti. Böylece masumiyetlerini kaybettiler. Tam o esnada ne olmuştu ? Kitaptan alıntılıyorum:
Elmayı ısırdığımızda bilgiyle birlikte gelen yalanları da yedik. Bir bir yalanı yediğimizde ne olur ? Ona inanırız ve artık o yalan bizim içimizde yaşamaya başlar. Zihnimiz kavramlar, fikirler ve görüşler için çok verimli bir topraktır. Eğer birisi bize bir yalan söyler ve biz ona inanırsak, o yalan zihnimizde kök salar. Orada tıpkı bir ağaç gibi büyüyüp güçlenebilir. Küçük bir yalan çok bulaşıcı olabilir, onu başkalarıyla paylaştığımızda tohumlarını kişiden kişiye aktarabilir. Böylece yalanlar zihnimize girdi ve kafamızın içinde bütün bir bilgi ağacı üretti ki o bizim bildiğimiz her şeydir. Ama bildiğimiz şey nedir ? Çoğunlukla yalanlar …
Adem ve Havva bilgi ağacındaki meyveyi yedikten sonra huzurları bozulur. Artık çevrelerine gerçeğin gözleri ile bakamaz olurlar. Ruhsal gözleri kapanır ve artık çevrelerini yalan dolu bakışlarla görmeye başlarlar. Oysa cennette yalanlara yer yoktur. Bu yüzden, Tanrı artık onların cennette kalmasını istemez ve ikisini birden ordan sürer. Bu, dinsel anlatımda “ilk günah” olarak ifade edilir. Bazıları ilk günahi bir yasak bir cinsel ilişki veya bir meyveyi yemek olarak algılarlar. Oysa gerçekte ilk günah, yalanlar prensinin sözlerine inanmaktır.
Tüm bu olanların sonunda Adem ve Havva’nın yapıları değişir. Çoğunlukla gerçeği konuşamaz olurlar. Yaradılan diğer şeyler ile kendi aralarına bir ayrılık girer. Artık diğer şeyler karşı iyi ve sevecen olamazlar. Araya çok kutupluluk girdiği için suç kavramı doğar ve cezalandırma ihtiyacı ortaya çıkar. Her ikisi de bir utanç ve suçluluk duygusu içindedir. Önce, yeterince iyi olamadıkları için kendilerini suçlarlar, sonra başka varlıkları suçlamayı öğrenirler, en sonunda ise Tanrı’yı suçlamaya başlarlar. Giderek Tanrı’yı bir yargıç, bir cezalandırıcı olarak görürler ve Tanrı’nın kendilerini inciteceğine inanırlar.
Adem ve Havva, öykülerinin ilerleyen bölümünde, sıkıntılarla dolu bir hayatın içine düşerler. Bir zamanlar, doğuştan sahip oldukları o tarifsiz “sevgiyi” umutsuzca aramaya başlarlar. Sonra gerçeği, adaleti, güzelliği ararlar. Fakat bunları yaparken zihinlerinde sürekli yeni yalanlar üretirler ve sevgiden giderek daha çok uzaklaşırlar.
***
Bu ezoterik öyküden ne gibi dersler çıkarmak gerekir ? Herkesin fikrine saygım var. Ben kendi anladıklarımı ifade etmeye çalışacağım.
Bilim artık günümüzde Adem ve Havva öyküsüne bir değer vermiyor. Bu çocukça öykünün yerine, insanın doğa içinde evrilişi ve nasıl bugünkü durumuna geldiği araştırılmakta. “Adem ve Havva” figürlerini, gerçekten ilk atalar olarak değil, insanın “soyutlama ve kavram geliştirebilme” gücüne sahip olduğu zamanlardaki konumu olarak ele alabiliriz. Bu konumdan önce, insanın durumu neydi ? Ölümcül tehlikelerle dolu fakat doğal, varolan her şeyle uyum içinde olduğumuz bir dünyada yaşıyorduk. İnsanlar, o çok şaşirtici evrim süreci içinde, ellerini kullanmayı öğrendiler. Akılları gelişti ve başka canlılarda olmayan büyük bir güce kavuştuk: Soyutlama gücü.
Bence bu öykü, bilgi sahibi olmayı kötülemiyor. Fakat, çok yerinde bir uyarıda bulunuyor. Kavramlar ve soyutlamalar, bizlere üst düzeyde düşünme kabiliyeti kazandıracağı gibi, doğaları gereği büyük bir tehlikeyi de içlerinde barındırırlar. Eğer kavramlarımız, gerçekliğin doğası ile ters düşüyorsa, bizler gerçeğin sesi ile değil, zihnimizdeki gerçek dışı kavramlarla veya inançlarla düşünmeye başlarız. Böylece her şeyi, olduğu gibi değil, bize göre olması gerektiği gibi yorumlarız. Zihnimizde binlerce inanç filizlenir ve bunların çoğu aslında yalandır. İnanç derken, illa bir dine inanmayı kastetmiyorum. Kastettiğim şey, bizlerin diğer şeyleri ve canlıları dinleme, onları anlamaya çalışma çabası bile göstermeden, onlar hakkında verdiğimiz hükümlerdir. Bir kere “hüküm vermeye” başlarsak bunun sonu gelmez ve kendimiz de acımasız bir yargıç kesiliriz. İnançlarımızı (peşinen verilen hükümleri), yargılarımızı bilgi zanneder ve aslında yalan üzerine yalan inşa edip kendi benlik sarayımız içinde yaşamaya başlarız. Alıntılıyorum:
Şimdi her birimizin kendi bilgi ağacı vardır ki, o bizim kişisel inanç sistemimizdir. Bilgi ağacı inandığımız her şeyi yapısıdır. Her kavram, her görüş o ağacın bir dalını oluşturur ve sonunda bütün bilgi ağacı ortaya çıkar. Toltek bakış açısından, ısırdığımız meyvede bir asalak yaşıyordu, biz o meyveyi yedik ve asalak içimize girdi. Simdi bu asalak, bizim hayatımızı yaşamaktadır. Hikayeci, yani asalak kafamızın içinde doğar ve orada yaşamaya devam eder, çünkü biz onu inancımızla besleriz.
Yukardaki satırlarda, boş inanç (peşin hüküm, yargılama, sanal model oluşturma) ile beslenen bir dizi yalandan söz edilmekte. Aslında, bir bakıma, hepimiz bu yalanlardan az çok memnunuzdur. Çünkü o yalanların tümü bizim yuvamızdır, bize güvenlik sağlar ve bizim kendimizi ayrıcalıklı hissetmemize neden olur. İnsanların çoğunun, gerçeklik ile aralarında aşılmaz duvarlar bulunur. Bunun sebebi, o insanların aptal olmaları değildir. Aksine, aralarında son derece zeki, akıllı insanlar olabilir. Asıl sebep, o insanların gerçekliğin sesini duymayı artık istememeleridir. Çünkü bu durumda bütün dünyaları yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır. Alıntılıyorum:
Ruhsal gözlerimiz açıkken, dünyayı gerçeğin gözleriyle algılarken cennet varolur. Bir kez yalanlar bize sahip olduklarında ruhsal gözlerimiz kapanır. Cennet rüyasından düşer ve cehennem rüyasını yaşamaya başlarız. Cennet bize aittir. Çünkü biz cennetin çocuklarıyız. Biz doğduğumuzda, kafamızda yalanların sesi yoktur. Biz önce dili, sonra farklı bakış açılarını, sonra da tüm o yargıları ve yalanları öğrendikten sonra, onlara göre düşünmeye başlarız.
Yazar Don Miguel Ruiz’e katılıyorum. Uygarlığımızı sürdürmemiz için gerekli olan bilgiler, aktarımlar, toplumsal inançlar, dilimiz, adetlerimiz vs kendi içlerinde bizleri gerçeklikten uzaklaştıran binlerce yalanı barındırır. Bu yalanlar, tipki “Yalanlar Prensi” olarak adlandirilan Seytan’ın, -Tolteklerin dili ile Asalağın- yaptığı gibi gerçeklerle karışırlar. Böylece biz neyin doğru, neyin yalan olduğunu kolay kolay bilemeyiz. Zaman içinde, insanlar birbirlerine düşman kesilir ve düşmanlıkları izole etmek çok zordur.
Saygılar.