Evrenin dokusu

Arenaya çıktım.
Kentin soyluları, efendilerimiz ve velinimetlerimiz, asil din adamları, tüccarlar kendilerine ayrılan yerlerde oturmuşlar, bir yandan tebrikleri kabul ederlerken, diğer yandan kente ait son dedikoduları kulaktan kulağa aktarıyorlar. Halk adeta kudurmuş hayvanlar gibi. Binlerce insan, bu yakıcı sıcağın altında dövüş, kan ve ölüm görmek istiyor.

Arkadaşlarımla birlikte yaşam kapısından geçip arenanın kumlu zeminine çıktık. Güneş gözlerimizi alıyor. Hepimizin ellerinde kendi sınıfımıza ait silahlar, yanyana dizildik ve selamladık: Ave Caesar ! Morituri Salutamus ! Ölmek üzere olanlar seni selamlar yüce efendimiz !

Ben prefosyonel bir gladyatörüm ve sadece ölümüne dövüşürüm. Daha önce, arkadaşlarımın canını aldım. Ağları ve mızrakları ile üstüme saldıran Rhetari’leri ölüm diyarına yolladım. Efendimizin bir el hareketi ile, onu öldürmemem için gözleri ile bana yalvaran genç savaşçıların bedenlerini ikiye ayırdım.

Ama bugün, biliyor ve hissediyorum ki ölmek sırası bende. Dün gece, tam uykuya dalmak üzere iken büyük, uğursuz ve leş gibi kokan bir kuş göğsüme kondu ve beni canlı canlı didiklemeye başladı. Ağaçların ruhları, kutsal yaban domuzunun kanı beni affetsin. Bildiğim ve bilmediğim tüm druidler yardımcı olsunlar bana. Toprağa karışmanın zamanı geldi. Bir Romalı olsaydım belki onların tanrılarına yalvarırdım ama ben tanrılara inanmam. Toprağa ve kana inanırım sadece. Bu Circus Maximus’daki soyluların hakir gördüğü aşağılık bir Galyalıyım ben.

gladyatorler

Rakibim bir Seuctorele, bir ölüm makinesi. İmparatorluğun en lanetli topraklarından sırf beni öldürmesi için getirildiğini biliyorum. Tam karşımdaki grubun ortasında duruyor ve bana bakıyor. Gözlerini göremiyorum, ama bana baktığını hissediyorum. Göğsüm sıkışıyor, kalkanım ve kılıcım her zamankinden daha ağır geliyor bana.

Nihayet başladı ! Herkes gruptan ayrıldı ve kendilerine denk görülen rakibine saldırmaya başladı. Şimdiden kulağıma feryatlar geliyor. Bir mızrağın havayı yırtarak incecik bir zırhı deldiğini ve ete saplandığını anladım çıkardığı sesten. Sağımda, küçük kalkanları olan iki köle yerlerde yuvarlanıyorlar. Bu toz, gözlerime kaçan, beni adeta körleştiren bu toz kana doymuyor.

Atalarım, sizlere geliyorum. Öleceğim ama yalvarmıyacağım. Efendimizin benim de ölüm fermanımı vereceği o son ana kadar çarpışacağım.

***

Tam Babüsselam’dan dışarı çıkmak üzereydim ki, kapıcılar üzerime çullandı. Hiçbir şey yapamadım. Son derece güçlü, civanmert yiğitlerdi bunlar. İçlerinden biri yüzüme sertçe vurdu, ona karşı koymaya çalışırken bir diğeri arkama geçti ve hayalarımı sıkmaya başladı. Nefes alamıyordum, bütün iradem eridi, gücüm tükendi ve beni yan taraftaki kapıdan içeri alıp bostancıların bulunduğu mahzenlere sürüklemeye başladılar. 

Artık Sultanımdan af dilemek için şansım kalmamıştı. Loş, karanlık bir koridorda sürüklenirken, daha dün akşamki ziyafette nasıl iltifat aldığımı, diğer paşaların beni bir an görebilmek için nasıl birbirlerini çiğnercesine sıraya girdiklerini hatırladım. 

Ama şimdi ölmeye gidiyordum işte. Kapıcılar birazdan beni diğerlerine teslim edecekler, sağır ve dilsiz bostancılar boynuma ilmeği geçireceklerdi. 

Allah’ım sana böyle gelmeyi istemezdim ! Yatağımda, kelime-i şehadet getirerek emanetimi teslim etmeyi arzulardım. Lakin, o Murad paşa denen habis, yüzünde Hakkın lanet izini taşıyan o yılan, kimbilir neler anlattı da efendimiz bu fermanı verdi. Kimbilir hangi kancık, sultanımızla oynaşırken kulaklarına benim hakkımda öyküler anlattı. 

pasa

Suçum neydi ? Nice kalelerin kapılarından en önde ben girdim içeri ve o toprakları mülke kattım. Nice kafir soyluları karşımda diz çöktü. Kraliçeler, prensesler, asilzadeler huzurumda affedilmek için ağladılar. Sancağımızı burçlara ellerimle diktim. Kokmuş, küflenmiş sarayların etrafını çevreleyen köylerde ezan-ı muhammedi’yi okuttum.

Ama tüm bunlar artık boşuna. Tıpkı dilleri gibi, kalpleri de olmayan bostancılar kimbilir benim gibi kaç masumun canını aldı. 

Sürükleniyorum. Her şeyin bir an önce bitmesini diliyorum rabbimden. Sorgumun çabucak yapılmasını ve ilahi rızaya kavulmayı diliyorum. Benden yüzyıllar sonra, sararmış ve yosunlaşmış taşımın başında bir fatiha okuyacak müminlerin olmasını diliyorum.

***

Bunları yazdım, ama niye ?
Kim okuyacak ki ? Neye yarar ? 
Tanrı beni niye lanetledi, niye bu cehennemin kapılarını açtı ?
Niye, kimsenin duymak istemediği sırları fısıldadı bana ifritler ? 

Yatağım dağınık. Masamda, dün akşamdan kalan yemek artıklarının üzerinde bir iki hamam böceği dolaşıyor. 

Kent soğuk, kasvetli, tanrısız, umutsuz. 

İnsanlar ya köle ya fahişe. Herkes, fiyatı kendinden daha az olanı ayıplıyor, fiyatları daha yüksek olanları alkışlıyor. Ah, namus ! Şeref ! Bu kelimeler, bütün tarihleri boyunca bu kadar ucuzladı mı ? 

Dün öğlene doğru trampet sesleri ile kente girdiler. Yaklaşık iki hafta süren top sesleri sona erdi. Askerler emin adımlarla, her yeri titreterek ilerlerken, başlarındaki bir Oberführer kısa ve sert emirler yolluyor. Daha şimdiden benim gibi lanetlileri ve rejim karşıtlarını tutuklamaya başladılar. Penceremden görüyorum; leş kargası kılıklı, kısa boylu bir Standartenführer sağa sola koşuşturuyor. Üstlerine yaranmak için, her hareketini abartarak askerlere bağırıp duruyor. Kalabalığın içinden bir çifti diğerlerinden ayırdılar. Kadın haykırıyor, suçsuz olduklarını söylüyor, adam sanki kaderine razı olmuş gibi.

intihar

Buraya da gelecekler, biliyorum. 

Herkes birbirini satmaya başladı. Yüzümüzdeki bütün makyaj döküldü. Daha düne kadar komşumuz, sırdaşımız olan insanlar ispiyonculuk yarışına girdiler. Ölüm korkusu, herkesin gerçek yüzünü ortaya çıkarmaya başladı. 

Bu acımasız katillere teslim olmak istemiyorum. Biliyorum, hepsini duydum. Tutuklananların trenlere doldurulduğunu ve asla kurtulamadıkları bir kampa götürüldüklerini çok işittim. 

Bunlara katlanamam.

Dünya değişiyor. Manyağın teki, avaz avaz bağırarak Avrupa’yı yeniden şekillendiriyor. Ah, eğitim, bilgi, görgü … meğer hepsi boşunaymış !

Silahlar konuşuyor ve ben ne yapıyorum ? Hala, kimlerin ne zaman okuyacağını bilmediğim kitaplar yazma derdindeyim. Psikoloji notları, tarih notları, insan benliği üzerine denemeler …

Ama gerçek orda, bu odanın dışında ! Küfrediyor, bağırıyor, emrediyor, tekmeliyor, dipçikliyor. Daha hızlı, daha hızlı ! Şurdaki şarışın çocuğu da yakalayın ! 

Konsolun gözünden silahımı çıkardım. Bir yaş günümde, şu an muhtemelen ölmüş olan can dostumun bana hediye ettiği krom kaplama yarı otomatik bir tabanca. Çok hafif, çok zarif. Böyle bir şeyin bu kadar ölümcül olabileceğine inanmak çok zor. 

Seslerini duyuyorum. Binaya girdiler. İki alt katımdaki yaşlı kadının ağlamaları buraya kadar geliyor. Torunu … şu sürekli ağzını şapırdatan çocuk, neydi onun adı … komünist, sağda solda çok konuşuyormuş.

Neyse, kendi dertleri ! 

Sadece bir an sürecek. Hepsi bu. Tetiği çekeceğim ve her şey bitecek. Bu herifler geldiklerinde benim ölümü bulacaklar. 

Eğer, evren hakkındaki tahminlerim doğru ise, ben tetiği çektiğim anda, bütün dünya değişecek. Sonsuza kadar. 

Belki birileri bu ölümü hatırlayacak, belki hatırlamayacak. Umut, son işkence olsa dahi, umut etmek istiyorum. Her şeyin boşuna yaşanmadığına ve orda bir yerlerde hala mantık olduğuna inanmak istiyorum.

***

Üç ayrı, hayali hayat aktardım. Son döğüşüne çıkan bir gladyatör, bir iftiraya uğrayarak boğdurulan Osmanlı paşası ve düşmana teslim olmamak için ölümü seçen bir yazar, araştırmacı.

Bu hayatlar yaşandı mı ?

Şüpheniz olmasın, yaşandı. Tüm detaylar tutmasa dahi, buna benzer nice hayatlar yaşandı. Siz bunlara istediğiniz kadar kurmaca hayat ekleyebilirsiniz: Vahşi batıda tren yolu inşaatında çalıştırılan bir suçlu, köyünden alınıp hareme giren masum bir kız, asık suratı ile bazı evrakları imzalayan ve sürekli bir şeylerden şikayet eden bir Rus bürokratı … ve daha milyonlarcası.

Tüm bunların ardında, değişmeyen bir öz var mı, yoksa sürekli devinim içinde hepimizi ordan oraya sürükleyen çılgın bir evrende mi yaşıyoruz ? 

Olan bitenlerde bir anlam var mı, veya umutsuzca anlam arayan bilinç sahibi canlılar mıyız biz ?

Şu sıralar okuduğum bir kitap, evren hakkında şaşırtıcı, göz alıcı, ama bir o kadar da korkutucu senaryoları ele almakta: “Evrenin Dokusu – Brian Greene”.

Gerçekliğe giden sadece bir tane yol mu vardır ? Yoksa, sayısız gerçekliklerin ayrı ayrı kendilerini var ettikleri katmanlar içinde mi yaşıyoruz ?

Zaman neden hep tek yönde akar ? Neden geriye çevrilemez ? Veya, zaman sadece bir aldanış, bir algı yanılsaması mıdır ?

Bir karar aldığımızda, evrensel akışı değiştirir miyiz ve almadığımız karara ait hayat senaryoları paralel evrenlerde devreye mi girer ?

Aynı acıları, tekrar tekrar yaşamış olan tek bir bilinç miyiz biz ? Daha önce (o ne demekse) sayısız hayatları, sayısız zamanlarda ve mekanlarda yaşadık mı yoksa ? Bir öğretmen, bir fahişe, bir subay, bir terörist, bir muhafazakar, bir eşcinsel, bir vatansever, bir bilmemne olarak yer aldık mı bu ilahi komedya içinde ? 

Belki bir zamanlar, ki o zamanlar şu an tam şu an ve “şimdi” içinde yaşanıyor olabilir … bir zamanlar bizim de göğsümüze mızrak saplandı. Can dostumuz bizi askerlere teslim etti. Karımız evden kaçtı ve cesedi bir çukurun içinde bulundu. Silahı defalarca alnımıza dayadık. Siperlerde defalarca kolumuz bacağımız parçalandı … ve hepsinden bir anıyı, bilinçsiz olarak bir yerlerde depoladık. 

Saçma mı ? Saçma soru var mı ? 

Kısmet olursa, bu kitaptan pasajları ve bende uyandırdığı düşünceleri paylaşacağım sizlerle. 

Selam yüce tanrım.
Ölmek üzere olan ben, seni selamlıyorum.

Saygılar

SESSİZ BÜYÜKLÜK

Geçenlerde içimde bir tuhaf bir istek doğdu. Himalaya dağlarına küfretmeye karar verdim. Şu bildiğiniz Himalayalar. Hani Everest tepesini de barındıran, Asya’nın orta-guney kısmındaki sıradağlar.

Neden böyle bir isteğe kapıldığımı sorabilirsiniz. Doğruyu söylemek gerekirse, ben de bilmiyorum, içimden öyle geldi.

Kalkıp Himalaya dağlarına gidecek halim yok. Bu yüzden, post-modern dünyamızın yeni bilgesi Google abime müracat edip Himalaya dağlarının yüksek çözünürlükte bir kaç resmini bilgisayarıma indirdim. Sonra resimleri açtım ve başladım saydırmaya:

– Ulan Himalaya dağları, siz var ya resmen şerefsizsiniz ! Alayınız on para etmezsiniz. Sizin gibi dağların ben ta yedi ceddini …

Tam bunları söylüyordum ki, dayanamayıp gülmeye başladım. Kendi acizliğime, zavallılığıma gülüyordum aslında. Çünkü, sadece bir kaç resmine bakmakla bile anlamıştım ki, Himalaya dağları gerçekten büyüktü. Bulutlarla birleşen zirveleriyle, nice dağcıya mezar olan jilet kadar keskin kayalıklarıyla,  bağrında beslediği canlılarıyla büyüktü. Ona büyük dememe bile gerek yoktu aslında. Öyleydi.

Sonra, Himalaya dağlarının neden bu kadar büyük ve saygıyı hak eden bir ihtişamı olduğunu düşündüm. Cevap meydandaydı:

Bu dağ silsilesi, benimle veya bir başkası ile konuşmaya tenezzül bile etmediği için büyüktü. Kalkıp da bana büyüklüğünü ispat etmek için çene yarıştırmadığı için büyüktü. O, sadece vardı, yüzyıllara meydan okuyor, sert ve nefes kesen rüzgarlarla dövülüyor ve tek bir kelime etmeden kendini sergiliyordu. Büyük olduğu için konuşmuyordu ve konuşmadığı için büyüktü.

himalayas2

Sonra, Güneş Sistemimizi de barındıran Samanyolu Galaksisini düşündüm. O da ne kadar büyüktü, ne kadar göz alıcıydı. 200 ila 400 milyar yıldızı barındırıyor, saniyede ortalama 500 kilometrelik bir hızla milyonlarca yıl boyunca dönüyor, spiral şeklinde uzanan kollarının her hareketinde binlerce gök cismi çarpışıyor, ölüyor veya doğuyorlardı.

Ve hiç konuşmuyordu.

Belki bana dost değildi, ama düşman da değildi. Aslında, dostluk veya düşmanlık gibi duyguların çok ötesinde sadece devinimini sürdürüyordu bu muazzam galaksi. Bana niye düşman olsun ki ? Benimle niye uğraşsın ki … bunları düşünmek bile saçmaydı …

Bir şeyi çok iyi anlamıştım. Gerçek bir kudret, bizim seviyemize inmeye tenezzül bile etmezdi.

***

Arap peygamberi Muhammed’in dünyaya tanıttığı bir ilah var.

İsmi, Allah.

Sözcüğün kökeni üzerinde bir sürü teori ve tartişma mevcut. Eloah, El-Laha, Alaha gibi kelimelerle ortak kökeni olduğunu öne sürenler var. Hatta bazılarına göre İslam öncesi bir Ay Tanrısı olan Al-İlah ile bağlantısı var bu ismin.

Neyse, pek de önemi yok benim bakış açımdan.

Benim kafamı kurcalayan şey ise, bu Al-Lah’ın neden kendi büyüklüğünü ispat etmek için bunca çaba sarfettiği.

Günde 5 defa, ne kadar büyük olduğunu camilerden avaz avaz insanları bağırtarak anlatmaya çalışan bir ilahla karşı karşıyayız. Sadece bu durum bile benim Al-Lah’a inanmamam için yeterli.

Sonsuz kudret sahibi, sonsuz ilim sahibi olduğu iddia edilen bu kudret, Muhammed aracılığı ile gönderdiği kitabında tuhaf şeyler söylemekte.

Nedense, insanlar arasındaki çekişmelere çok meraklı. Bunların bir kısmını müminler, bir kısmını ise kafirler-müşrikler diye ayırmış. Sonra kendi tarafında olmayanları, kendine inanmayanları cehennem denen bir yerde sonsuzluk boyunca yakacağını bildirmiş. Aslında öykü biraz daha farklı. Al-Lah önce cehennemi yaratmış ve bu cehennemin içini insanlar ve cinlerden kafirlerle dolduracağına yemin etmiş. Bu yeminin bir gereği olarak elbette içini doldurması gerekmekte.

Doğrusu, tuhaf bir mantık. Neyse, mutlak güç onda olduğuna göre, biz itiraz etsek de boşuna …

Dahası var.

Kendisine inanılmasına çok meraklı bu Al-Lah. Varlığını ispat etmek için bin dereden su getiriyor. Yerleri anlatıyor, gökleri anlatıyor, efendim; develeri, arıları falan anlatıyor, yetmedi, ateşle korkutuyor, o da yetmedi, cennet vaat ediyor … velhasıl kendi büyüklüğünü kabul ettirmek için yemin üstüne yemin ediyor.

Peki niye ?

Gerçekten niye ?

Dahası, neden insanlar bu basit soruyu sormuyorlar ? Niye ?

Düşündüm ve inanmadım. Yaptığım ne ? Onu bunca kızdıracak ne yaptım ? Bunca cezayı, ateşi, kaynar kazanları hak edecek ne yaptım ?

“Rehabilitasyon” denen şeyden haberi yok galiba Al-Lah’ın. Veya sessiz, sakin bir olgunluktan hiç nasip almamış.

Tekrar, Himalaya dağlarına dönmek isterim.

Düşündüm ve Himalaya dağlarına inanmamaya karar verdim.

Benim inaçsızlığım çok da umurundaydı sanki bu yalçın dağların !

İşte o yüzden büyük bu sıradağlar.

Anlatabiliyor muyum ? 

***

Sokakta yürüyorum ve çevremi seyrediyorum. Birden bağırmaya başlıyor:

– Allaaaahuuu ekbeeer, Alllaaaahu eeeekbeeeer !!!

Anlaşılan, hatırlatma zamanı gelmiş. 

Televizyonu açıyorum. İlahiyatçılarda bir telaş bir telaş. Anlatıyorlar da anlatıyorlar. Allah şöyle, Allah böyle …

Kitabına bakıyorum. Saymış, sıralamış.

Ben alimim, kudret sahibiyim, rızk veririm, üstünüm, bir taneyim. Bak, itiraz etme, fena halde yakarım !

***

Ey yüce Allah.

Bu inançlı kalabalığın ortasında yalnızım. Azınlığım. Sesimi bile çıkaramam. Madem alimsin, durumumu anlıyorsun değil mi ? 

Milyonlarca inananın var. Yetmiyor mu ? Hani şöyle çeşit olsun, zenginlik olsun kabilinden bir tane bile aykırı sese tahammülün yok mu ? 

– Allaaaahuuuu ekbeeeeer, Allaaaahuuuu ekbeeeeer !!!

Tamam. Valla itirazım yok. Pes ettim. Kabul, büyüksün.

Yalnız, biraz sussan olmaz mı ? Susarsan, unutulmaktan mı korkuyorsun ?

Ben bile sessizce yaşayıp gidiyorum. Kimsenin inanmasına da ihtiyacım yok.

Öylece ve sessizce keşfedilsen, daha büyük olmaz mıydın  ?

***

Galiba, birileri Al-Lah’a sessizliğin gücünü anlatmalı.
Neyse, boşverin … sonra sizi de yakmaya kalkar. 

***

Yerde bir çiçek gördüm. İki taşın birleştiği daracık bir çatlaktan fışkırmış. Koparmadım. Koparamadım. Bin tür gürültü ve zehirli gazlarla dolu devasa bir şehrin en kalabalık caddelerinden birinde, yaşama sıkı sıkıya tutunan bu çiçeğe saygı duydum sadece.

Beni duymayacağını ve cevap veremiyeceğini bilsem de yine de konuştum onunla. 

– Burdasın, güzelsin, narinsin ve sessizsin. Bu zayıflığına rağmen, yine de büyüksün … Bizden bir şey beklemediğin için büyüksün. 

Bunun anlamını şu tepemizde bağırana da anlatır mısın ?

Saygılar